2 Eylül 2014 Salı

HER

Bir film izledim ve hayatım değişmedi, hayır... Ama bu filmi izleyince ruh halim değişti.  Çok uzun zamandır bir filmin bu kadar etkisinde kaldığımı ve aklımın durmadan bir filme kaçtığını hatırlamıyorum.  Cumartesi gecesi izledik, ertesi gün öğlen saatlerinde halen tadı damağımdaydı.  Pazartesi işe gittiğimde de her gördüğüme anlatıp tavsiye etmeden edemedim.  Halen gülümsetiyor beni kerata!

Hem romantik, hem gülünç, hem de aslında bir hayli bilimkurgu bir film HER ama insanı hiçbirine boğmuyor.  Joaquin Pheonix'in oyunculuğu gerçekten yağ gibi akıyor.  Oskar alamamış almasına çok şaşırdım gerçekten.  Kendi kendine konuşuyor neredeyse filmin tamamında, duydukları üzerine duygulara giriyor çıkıyor.  Karşısında biri oynasa bu kadar olur, hatta belki de olamaz.  Kurgulanan gelecek karanlık değil, teknoloji insan hayatını çok etkiliyor ama bugünlerde bütün filmlerde olduğu gibi bir teknolojinin kölesi olma durumu yok.  Ana karakterimiz bir işletim sistemi ile aşk yaşıyor ama çok geek olupta bilgisayarı dışında bir dünyası olmadığı için değil (tam bir sosyal böcek değil tabii ama düşününce birçoğumuzun hayatı aslen çok sınırlı bir arkadaş çemberi içinde geçmiyor mu zaten?) işletim sistemi gerçekten aşık olunası olduğu için.  Yeni gözlerle hayata bakıyor, yeniden yaşıyor kahramanımız aşkı sayesinde.  Birçok gelecek teması var aslında filmde ama hepsi sessiz ve derinden sunuluyor bize, tadına vara vara içiyoruz.  Efektlerin ve ışıkların görsel tecavüzüne uğramıyoruz.   Adımları çok iyi düşünülmüş, iyi çalışılmış bir ve şarkısıyla tam uyumlu bir dans gösterisi gibi akıyor gidiyor (Büyük alkış Spike Jonze). 

Aslında çok ciddi bir yapay zeka ve yapay zekanın insanın ötesine hızla geçmesi hikayesi de işleniyor ama Skynet gibi bizi yok etmeye gelmiyorlar.  Aşkın elle tutulmazlığı ama buna ragmen bizim beyhude bir şekilde kalıplara sokma çabamızla dalga geçiyor film, sadakati sorguluyor.  Ten'in gerekliliğini de sorgulatıyor.  Bence en önemlisi de bunları ve daha fazlasını bizi dövmeden yapıyor, işliyor nakış gibi hikayesini, bize de mutlulukla izlemek kalıyor.

Eğer benim gibi bugüne kadar mahrum kaldıysanız bu filmden, ilk fırsatta izlemenizi tavsiye ederim.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


İşte “o” Pazartesi geldi çattı.  Hani hayatımızdan bir saat çalınan Pazartesi var ya, işte ondan bahsediyorum, bugünden... Şimdi bir yandan şahane bulduğum bir uygulama bu, yaz mevsiminin müjdecisi, sabah kalkıyoruz hava aydınlık, akşam işten dönüyoruz hava aydınlık.  Oh ne ala memleket!  Yani yarın, öbür gün ve saatler tekrar geri alınana kadar olan günler için keyfim gıcır, ama ya bugün?! Her seferinde gözümden uyku akar, karnım yanlış saatte acıkır, enerjim normalden erken biter, eziyet ki ne eziyet... Sanki jetlag’den kıvranıyorum, bir nevi “kışlag” herhalde bu, bütün mevsimin yorgunluğu bir güne mi toplanıyor nedir?

Yaz deyince bünyem halen saçmalıyor, sanki okullar kapanacak da bütün yaz denizde, bahçede geçecek gibi bir beklenti oluşuyor serde yaz yaklaştıkça.  Ofis hiç kapanmıyor ama tabii, haftasonları kaçabilirsek çok güzel. Ama şöyle sereserpe yatıp, ayın kaçıydı, hatta yahu hangi aydayız?! şeklinde şaşırmalar bitti çoktan.  Öğlen uykusunun ve yaz tatilinin benden alınmasına halen alışamamış bir bünyeyim ben, bir gün gelecek ve alışabilecek miyim ondan da pek emin değilim doğrusu.  Ah be şu bir saat nelere kadirmiş, durduk yere neler depreşti içimde...  

11 Şubat 2013 Pazartesi

Nikah ve Cenaze

Bugün bir dostumun dedesinin cenazesine gittim.  Çok duygulandım, anılar koşuştu kendi dedemin cenazesini hatırladım... Onu üzgün görünce, ayrı bir içim parçalandı tabii.  Ölümlü dünya, kaçış yok herkes buradaki yolculuğunu er ya da geç sonlandırıyor elbette, sonrasında ise yeni bir yolculuk belki de, bilemiyoruz ki... Diyeceğim başka ama bu yazıda.

Sosyal yaşam olgusunu aklım biraz daha kesmeye başladığından beri insanların beni davet ettiği yerlere gitmeye özen gösteririm.  Ciddi bir manim yoksa bir daveti geri çevirmenin ayıp olduğunu düşünürüm.  Nikahlar ve cenazeler konusunda ise ayrı bir hassasiyetim var.  Herkesin de olmalı bence!  Niye özellikle nikah ve cenaze derseniz, bunlar ilgili kişinin hayatında bir kez olan şeyler oldukları için özellikle dikkat ediyorum.  Tamam, nikahın birden fazla olma ihtimali var elbette ama bir ruh/ölüm büken tanımıyorsanız cenazenin ikincisi bir hayli sıradışı olur.  Neyse, her durumda bu olayların aslında olağadışı olduğunu kabul etmek lazım.  Nikah evlenen kişinin dramatik olarak değişmekte olan hayatına olan ilk adımıdır, ayrıca da teorik olarak aşk doludur.  Mutlu ve isteyerek gerçekleştiği varsayımıyla da hareket ettiğimizde (bayılırım genellemelere!) bir arkadaşım beni bu kutlamada/ilk adımda görmek istiyorsa (daha benim hayatımda pek başlamadı, ileride daha fazla olacaktır herhalde ama burada mecburiyetten davetleri saymıyorum) bana da düşen gerçek bir manim olmadığı sürece ona eşlik etmek, onunla o günü paylaşmaktır.  Hele de çok yakın bir arkadaşım ise iki elim kanda olsa gitmeye çalışmam gerekir.  Mutlu da olsa desteğe ihtiyaç duyabileceğiniz bir gündür ne de olsa, ayrıca da mutluluk paylaştıkça arttığına göre, en sevdiklerinizle paylaşamamak ne fena olur değil mi?

Cenaze konusu iyice hassas bence, bir kere arkadaşınızın en zayıf olduğu, desteğe en çok ihtiyaç duyduğu, kaybı nedeniyle kimi zaman gerçekten sudan çıkmış balık gibi olduğu bir zamandır.  Neden bilmiyorum cenaze bitip, hele de toprağa verince insanın üzerindeki yük bir hayli kalkıyor.  Ölümün kesinliği dank ediyor mudur nedir artık? Eminim vardır psikolojide açıklamaları.  Geri dönülmez yolun sonuna şahit olmanın bir etkisi herhalde.  Ama işte o ana kadar, hem isyan, hem hüsran, hem de şaşkınlık hakim.  Öyle bir anda bir dostun sizi tutması, biraz olsun el vermesi, sadece yüzünü bile göstermesi çok fark ediyor.  O nedenle atlamamak lazım, biraz çaba göstermek lazım.  Mümkün değil elbette her durumda yetişmek orada olabilmek, ama şartları mümkün olduğu kadar zorlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Düğün davetiniz bol, okuduğunuz cenaze ilanı az olur umarım...     

3 Aralık 2012 Pazartesi

Dünyanın Sonu!

Yok hayır, ben inanmıyorum dünyanın sonuna 3 haftadan az vakit kaldığına...  Bu konuda büyük bir beklenti var insanlarda nedense.  Gerçekten neden bu kadar meraklıyız dünyanın sonunun gelmesine acaba?  Kehanet çok eski, taa Maya dönemine dayanıyor.  Neymiş efendim, 2012 kış gün dönümünde Marduk gelecekmiş ve Dünya bitecekmiş.  İlk çeviriler bunu söylüyordu, daha sonra 2012 yaklaşmaya başladıkça Marduk’tur, meteordur görünmeyince Nasa’nın radarlarında biraz ağız değişikliği oldu, aslında kehanette “bildiğimiz zamanları sonu” diyor, bu yok olup gideceğimiz anlamına gelmeyebilir aslında filan diye J  “İyi güzel de bu adamlar niye öyle demişler o zaman?” sorusuna cevabım ise bir zaman sonra saymaktan muhtemelen sıkılmış oldukları yönünde.  Mayalara saygım sonsuz, Chichen İtza şehri’ni gezerken rasathane çatısında asimetrik olarak yerleştirilmiş olan kovaların, bir kısmı kırılmış aydıntlama gereçleri değil de içine su konup bakıldığında gökyüzünde bir yıldız takımına denk gelen gökbilim araçları olduklarını öğrendiğimde gerçekten çok etkilenmiştim.  Sadece Gün dönümlerinde tam gölgesi tapınağa vuran ve tapınak boyunca yükselen dev yılan kabartması da cabası!  İtirazım yok, gün dönümlerden çok iyi anlıyormuş o insanlar, ama yine de dünyanın sonunu gördüklerini düşünmüyorum.  İnsanlar yaşamlarında ilerledikçe dünyanın kötüye gittiğini düşünmeye eğilimli oluyorlar bana kalırsa, eskiye duyulan özlem/nostalji hep bundan.  Mayalar da bence çevrelerine bakıp “Dünya’nın çivisi oynadı arkadaş, 3000 yılı var yok!” dediler ve muhtemelen bilmediğim bir matematiksel harmonisi olduğu 2012 yılını beğendiler.  Al sana kehanet!  Buna benzer, İsa 2000 yılında dirilecek kehaneti vardı, christmas töreninde o kapılar açılıpta içeriden İsa çıkmayınca rahip efendinin yüzündeki ifade görmeye değerdi gerçekten, çok bozuldu ama bozuntuya vermedi :P
 
Sıkmayın yani canınızı, Şirince’ye de tatlı şaraplarından bir yudum almaya gidin elbette ama kamp kurmanın bir alemi yok bence.  Hem geliyorsa da Dünya’nın sonu pek yapacak birşey yok, “kapattık abi!” diyecekler bize de gitmek düşecek inceden. Hakkaten ne kadar acayip olur bitiverse o gün herşey, en azında Dünya’nın sonunu görmüş oluruz fena mı?

12 Kasım 2012 Pazartesi

Çizgiden Dünyalar

Eskiden ziyadesiyle çizgi roman okurdum.  Saman kağıdına kocaman kocaman maceralar vardı ben çocukken.  Öyle şimdikiler gibi kuşe kağıda, içi reklam dolu ve incecik şeyler değillerdi o zaman, baya bir kitap tadında olurlardı.  Köşedeki bakkaldan edinilirdi, pek öyle bir sırayla da yayınlanmazlardı, birbirini takip eden iki sayı bulabilirseniz tam süper olurdu!  Ya da belki de bizim bakkalda durum öyleydi, benim harçlığımın birikmesi ile haftalık yayın zamanı da tam örtüşmüyor olabilirdi, emin olamadım şimdi :P  En güzeli şöyle diyelim, kendi düzenim içinde aldığım için seri yakalayamıyordum.  Zaten de "devamı bir sonraki sayıya" olan yarım maceraları da hiç sevmezdim, ne öyle "arkası yarın kuşağı", hem maceranın devam ettiği sayıyı bulamama ihtimalim de yüksekti. Sonlarına bakıp yarım olanları almaktan imtina etmem de seri yapmamı engellemiş olabilir, bakın şimdi?!

O zaman çok da fazla ayırt etmeksizin okurdum çizgi romanları, gazetelerin verdiklerini de severdim Kaptan Swing (sonradan Kaptan Swing ve Ontario Kurtları'nın gerçekte olmadığını öğrenmek büyük hayal kırıklığı olmuştu), Tom Miks, Zagor filan ama kendi aldıklarım elbette daha değerliydi, Süpermen, Conan, Örümcek Adam, Fantom, Mandrake, vs. Alır götürürlerdi beni uzaklara, olmadık yerlere... Anılarım çoktur kendileriyle, bir de evdeki Asterix, Tintin ve Red Kit'ler vardı, Fransızca olarak, (ortaokulda Fransızca okumak istememde oradaki hikayeleri çözme arzumun olma ihtimali bile var) hazırlık sınıfını bitirene kadar yalanıp durdum karşılarında :) Calvin&Hobbes ile yaşadığım aşk ise dillere destandır gerçekten, kimse beni o kaplanın hayali olduğuna ikna edemez !

Esas kahramanım her zaman Süpermen olmuştur (kendisi hakkında sonra daha kapsamlı yazacağım).  Daha modern çizgi roman anlayışı ile tanışmamı ise Batman sağladı.  Lisedeyken ABD'de kalmıştım bir süre, orada Borders'dan derleme öykülerini almıştım.  Knightfall hikayesi (iki cilt) ve Knightsend hikayesi.  Bayıla bayıla okumuştum onları, halen de döner döner okurum (Nolan'ın en son Batman filminin de hikayesinin özünü anlatır bu seri, Bane ile Batman'in mücadelesi vardır içinde). Serinin zaman içinde başka çizerlerce farklı çizgilerle/tarzlarda aktarılması benim için devrimsel bir yenilikti mesela. Ama aradaki öyküyü (Knightquest) yıllardır bulamıyordum hiçbir yerde (şakası yok 1996'dan beri aranıyordum!) ve bu sefer NYC'de buldum. Yeniden basmışlar seriyi anlaşılan (herhalde filmin etkisi) hemen kaptım bir tane, öykü de pek güzel değilmiş aslında ama seriyi yıllar sonra tamamlamış olmanın haklı gururu var içimde!

Son gözdem ise Sandman serisi, gerçekten çok değişik, ama derlemeleri bir hayli tuzlu biraz yavaş gidiyor tedarikleri dolayısıyla.  Abdülcanbaz serisi de yeniden basıldı, onlar da çok neşeliymiş (hatırlıyorum küçükken rastladığımı ama üç kare üç kare okumayı sevmediğim için düzenli okumamıştım) çizgi romanda bambaşka bir tat, bizden bir doku için tavsiye ederim.

Şimdi ki çocuklar da çizgi roman okuyor mu acaba? Özellikle ABD dizileri etkisiyle çizgi romanları sadece "nerd"ler okur gibi bir hava sezinliyorum inceden, maalesef... Hayal gücümün durduk yere sağa sola doğru yaptığı geometrik zıplamalarda, çocukken okuduğum çizgi romanların etkisi büyüktür, o nedenle umarım okuyorlardır yafu! 

5 Kasım 2012 Pazartesi

Sahnede neler oluyor?!


NYC’den lafa girip Broadway’den ve müzikallerden bahsetmemek olmaz bence (Sanatla ilgili önemli hareketlerin Manhattan Adası’nın birbirini dik olacak şekilde tasarlanmış bulvarlarını, muzipçe çaprazlama kesen Broadway Bulvarı’nın üzerinde olmasını da hep manidar bulmuşumdur! Sanat adama pabucunu ters giydirmeli, biraz yan yan baktırmalı işte böyle) .  Sahne sanatlarını her zaman sevmişimdir ama müzikaller ile tanıştıktan sonra sahneye bakışım ve bir sahneden beklentilerim geri dönülemez bir şekilde değişti.  Konuya Broadway’den girdim ama ilk müzikalimi Londra’da izlemiştim, Phantom of the Opera.  Eğer henüz bir müzikal izleme fırsatınız olmadı ise herşeye bu müzikalden başlamanızı tavsiye ederim.  Lisedeydim izlediğimde ve amiyane tabiriyle “dibim düşmüştü”.  Daha çok sinemada görmeye alışık olduğum efektlerin canlı canlı, birkaç metre ötedeki sahnede gerçekleştirilmesi beni benden almıştı, tam anlamıyla büyülenmiştim.  O avize, dehlizlerde kovalamaca, gondol sahneleri halen dün gibi aklımdadır.  Adrew Lloyd Weber’in muhteşem müziklerinin etkisini de elbette yadsıyamayız ama o sahnede olan bitenler, o dönemde okul tiyatrosunda oynamakta olan bendeniz için adeta bir çığır açmıştı.  Filminin efektlerinin halen sahnede izlemenin yanında zayıf kaldığını düşünüyorum doğrusu J

 Zaman içinde başka müzikaller de izledim ve sahne sanatlarının evrimini biraz daha gözlemlemek mümkün oldu.  Mesela bu son sefer Chicago’yu seyrettim ve çok beğenmedim.  Neden derseniz bir müzikalden beklediklerim pek yoktu, sahne sabitti, danslar ve şarkılar “ehh”ti.  Daha çok bir kabare havasındaydı, müzikal diyemedim kendisine, öyle olunca da eksik kaldı.  “Canım, her sahne öyle yukarı aşağı oynamalı mı ki?”, diyorum ya biraz şımardım artık ve sahneden beklentilerim çok arttı, mesela geçen sefer de Venedik Taciri’ni izlemiştim, müzikal olmamasına rağmen sahnesi, dekoru o kadar daha hareketliydi ki yine çok etkilenmiştim (Al Pacino’yu sahnede izlemekte ayrı keyifti doğrusu). Bu sefer (sonunda!) Lion King’i de izleme fırsatı buldum ve Phantom’da yaşadığım o hazzı bir kez daha yaşayabildim.  Lion King’in çizgi filmini ve müziklerini de çok severim zaten.  Bu aslında biraz sıkıntı yaratabilirdi zira güzel bir eserle karşılaştrıyor olacaktım, ama o kostümler, o sahne düzenekleri, müzikler filan derken gerçekten beni benden aldı müzikal, mutlaka görülmesi gerekenler kategorisine bunu da alıyorum.  Eğlencelik ve çok güzel müzikler anlamında Mamma Mia’yı da önerebilirim.

 Keşke Türkiye’de de bu kalitede müzikaller olsa, ya da bizi ziyarete gelseler, eksikliğini hissediyorum gerçekten…   

1 Kasım 2012 Perşembe

Hay end Bay İnsanları

Evet seviyorum bu şehri (“NYC”) ama insanlarına biraz gıcığım galiba.  Sürekli bir koşuşturma halindeler bir kere, oradan oraya savruluyor gibiler.  Hızlı hızlı adımlar veya doğrudan jogging yapanlar, pıtır pıtır gitmeler, sanki her yere geç kalmışlar (belki de kalıyorlardır bu arada ha, bir yere zamanında varmak mümkünsüz gibi görünüyor)…  Masaya oturursun, biraz ağırdan alıyorsan ve tabağının yarısını bitirmişsen “ar yu dan vit det” ile ensende bitivermeler, yok bacım tadına varıyordum daha.  Ya da  kahvenin son yudumlarını alırken “küüt” diye hesabı burnuna dayamalar.  Babacım bir dursaydın iki keyif yapacaktık, yok hayıırr bu masayı daha başkasına satacağım.  Bir diğer vaka, diyelim ki 4 kişilik bir ekiple masaya oturacaksınız, ve mazallah 2 kişi olarak ordasınız, herkes gelmeden hayatta almazlar “Ay kent siıt yu antil dı parti iz kompiliit”, oldu tatlım… Deli mi ne yaf, aman o arada masayı başkasına satma şansı kaçmasın!

Herkes güleryüzlü, “haylar, baylar” havada uçuşuyor ama pek samimiyetsiz bir haldeler, yazık.  “Ay mist yu so maaççç” diye haykırırken bile şöyle adam gibi sarılmazlar birbilerine, bir omuz tokuşturmacadan, eli enseye atmacadan ibaret sarılmaları adeta.  Oyda şöyle doya doya, sıkı sıkı sarılmanın yerini hiç tutar mı o trapez hareketi…

Bir de arkadaş, biri bunların ses ayarlarını yapsa keşke, niye bu kadar çok bağırıyorlar bir anlasam.  Akdeniz insanları biraz celalli konuşur kabul, bir heyecan vardır, tempo arttıkça sesler de yükselir ama orada bir devinim olduğu bellidir.  Bunlar direk bağırıyorlar, haykırıyorlar durduk yere! Hele bir de alkol aldılar mı, vay haline dev boy kakafoni…

Ahkam kestim işte ohhh, tecrübeleriniz farklı olabilir elbette, sözüm meclisten dışarı demek lazım gelir burada, dedim sayalım ;)